-HER -
-SANAL MI GERÇEK,
GERÇEK Mİ SANAL? -
Özlem Önen, Handan Özek Erkuran
Hollywood sinemasında varoluşçu felsefe özellikle 1990’lı yıllardan itibaren daha çok yer almaya başlamıştır. Ülkemizde “Aşk” ismiyle oynayan Her filmi, 2013 tarihinde vizyona girmiş ve en iyi orijinal senaryo başta olmak üzere çok sayıda ödülün sahibi olmuştur.
Filme değinmeden önce yönetmen ve senaristlerin çalışmalarına bir göz gezdirelim: Yönetmen ve senaristler isim olarak her zaman oyunculardan az bilinir ve tanınırlar ancak yaptıkları işlerden bazılarını saydığımızda son 15-20 yılın en yaratıcı işlerinden bir kısmını bu ikilinin çıkardığını görmek mümkündür. 1969 doğumlu yönetmen Spike Jonze ‘un “Beastie Boys- Sabotage, Björk- It’s Oh so Quiet, Daft Punk- Da funk” ve kendisinin de rol aldığı “Fatboy Slim’in Praise You” isimli reklam ve müzik kliplerinde imzası bulunmaktadır. Her ne kadar bu filmde senarist olarak ismi geçmese de katkısının olduğu sıkça vurgulanan ve 2000’ lerden bu yana Hollywood yapımları ve bağımsız filmlerin senaryolarında oldukça yaratıcı işlere imza atan Charlie Kaufman’ ı da anmadan geçmemeliyiz. Charlie Kaufman’ ın senaryosunu yazdığı işlerden bazıları arasında “John Malkovich Olmak, İnsan Doğası, Tersyüz, Tehlikeli bir Aklın İtirafları, Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Anomalisa ve Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum” adlı yapımlar yer almaktadır.
“Her” filmi, varoluşçuluk felsefesi eşliğinde, çağdaş olduğu iddia edilen günümüz insanının yabancılaşma ve bağlanma-bağlan (a)mama sorununu ele almaktadır. Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Theodore Twombly karakterinin Scarlett Johansson’ un sesini verdiği Samantha isimli yapay zekâ oluşumu ile kurduğu ilişki ve değişimi üzerinden bu süreci izleriz. Theodore karakteri de yönetmenin önceki filmlerinin başrol karakterleri gibi içe kapanık, yalnız ve depresif olarak betimlenmiştir. Tüm bu filmlerde başrollerin en azından yaşamlarının perdeye yansıyan bölümleri göz önüne alındığında bir varoluşsal kriz içerisinde olduklarını görürüz. “John Malkovich Olmak” filminde portalden geçerek birinin zihnine yerleşmek gibi bir süreçle, “Tersyüz” de kardeşler arasındaki yüzleşmeyle ve “Her” filminde de yapay zekâ ile kurulan ilişkide kendini tanıyıp kimliğini yeniden bulduktan sonra yollarına devam edebilmeleri yoluyla bu varoluş krizi işlenir. İlk iki filmin aksine “Her” de dramatik vurgu daha baskın biçimde karşımıza çıkar, filmde yönetmenin kendi sesini verdiği “Alien Child/ Uzaylı Çocuk” dışında diğer iki filmle karşılaştırınca komedi unsurunun daha az olması dikkati çeker; bu nedenle “Her”, Spike Jonze’ un olgunluk dönemine geçiş filmi olarak da yorumlanmaktadır. Bu filme dair bir diğer bilgi de yapıma yine yönetmenin olan eşi Sofia Coppola’ dan boşanma sürecinin ilham vermiş olmasıdır ki kendisi de bunun bir ayrılık filmi olduğunu röportajlarında doğrular. Kimlik bunalımı, kimlik krizi, varlık ve yokluk, yaşamın anlamı, bağlanma- bağlanamama kavramları Jonze- Kaufman ikilisinin ortaklığında kesişen temalar olarak karşımıza çıkar.
Her, teknolojideki gelişmelerin insanın yalnızlığını arttıran bir şey mi yoksa buna bir çare mi olduğunu tartışıyor gibi görünse de aslında varoluşçuluk felsefesini işlemekte ve hem içinde yaşadığımız çağ ile hesaplaşmaya hem yaşamın anlamını sorgulamaya hem de kendimizle yüzleşmeye çağırmaktadır.
Filmin ilk kareleri ile birlikte metroda sokaklarda birbiri ile konuşmayan, kulaklıkla gezen insanlar, uzaktan-sanal ilişki ihtiyacı neden olur, yakınlık korkutucu mu sorularını akıllara düşürür. Uzun süredir ilişkisi olan insanlar için sanal mektup yazdırma ihtiyacı neden olmaktadır? Duyguların dile getirilmesi için mektup yazarlarına ihtiyaç duymaları, bireylerin duygularına ne kadar yabancılaştıklarını düşündürmektedir.
“Kimsiniz, ne olabilirsiniz, nereye gidiyorsunuz, dışarıda ne var, ihtimaller neler” soruları ile işletim sisteminin reklamı yapılır. Yeni bir dünyaya davet gibi görünen bu sözler aslında bireylerin yalnızlıklarını sanal ortamda sürdürmeleri için yapılmış bir davettir. Sezgileri olan, sizi dinleyen, anlayan ve tanıyan bir varlıktır, yapay zekâ işletim sistemi.
Theodore’ un annesinin kendi ihtiyaçlarına odaklı birisi olduğu ipucunu alıyoruz işletim sistemine veri girişi yapılırken. Sistem çok karikatürize bir şekilde resmedilmiş bir sahnede iki soru üzerinden Samantha’ nın profilini oluşturur; “sosyal mi antisosyal misiniz” ve yanıtın dinlenmediği bir “anne ile ilişkiniz nasıldır” sorusu. Sistemin özellikle anne ile ilgili sorusuna Theodore uzun uzadıya cevap vermek isterken hem DNA sarmalına hem de sonsuzluk işaretine benzer simgesi ile kurulum gerçekleşir. Yaşamı kolaylaştıran ve ihtiyaçlarımızı karşılamaya odaklı teknoloji ne kadar gerçekten ihtiyacımız olanı sunmakta ve bazen bu kadar basit olamayacak bazı şeyleri ne derece çözümleyebilmektedir?
Esprili ve Theodor’ u güldüren bir sestir, Samantha. Aynı zamanda da onu tanıyan ve organize eden; tıpkı “Anne” gibi. Organize eden, onu destekleyen, hatta zaman zaman insan gibi mantıksız davranmayan bir sistem içinde ilişkiyi sürdürmek güvenlidir ama gerçekten Theodore’ un ihtiyacı bu mudur? Kendimizi gerçekten tanımıyorsak içinde olduğumuz ilişkide kendimizi ne kadar yaşayabilir, partnerimizi ne kadar yaşatabiliriz? Benzer soruları filmin çok iyi çizilmiş yan karakteri Amy’ de de görmekteyiz. O da benzer sorgulamalardan geçer ve yaşamın neresinde olduğuna dair sorgulamalarının yanı sıra- belli ki ilişkisinde sıkışmış durumdadır. Annesini uyurken kayda aldığı filmi erkek arkadaşı tarafından eylemsiz ve bir şeyi ifade etmiyor olduğu gerekçesiyle eleştirilir. Oysa Amy için yaşamımızın üçte birini geçirdiğimiz uyku anı belki de en özgür olduğumuz alandır.
Samantha’ nın “beni ben yapan” dediği şey "tecrübelerinden yeni bir şeyler öğrenebilme kapasitesi" dir ve her geçen saniye gelişmeye devam etmektedir. Biz de öyle değil miyiz? Sinaptik bağlantılarımızı güçlendirip geliştirebilmek için bir şeyler yapan kaç kişiyiz? Yoksa yaşamın akışında yaşayıp gitmekte miyiz?
Öte yandan yaşam bazıları için görev ve sorumluluklardan ibarettir, yaratıcılığa ve keyif aldığın şeyi yapmaya izin vermek kolay değildir. “Yapmak zorunda olduğun şeylerle sevdiğin şeyleri ayırmak, hangisinin öncelikli olduğunu bulman çok önemli” (Asansördeki sohbette, Amy’ nin otoriter ve baskıcı erkek arkadaşı açıkça Amy’ den kendisine öncelik vermesini beklemektedir). İlişkilerde öncelik eşine mi olmalıdır, istediğin şeylere de vakit ayırabilmeli misin? Seni sen yapan şeylerden uzak kalırsan, o ilişki sürebilir mi?
Theodore için de durum çok farklı değildir. Bağlanma korkusundan çok açık bahseder. Öyle ki buluştuğu genç kadının yaşam dolu olması onun için hayret vericidir. Samantha’ nın kendisine bağlanmasından da korkar. Günümüz insanı gibi, bağlanmayı gerçek bir “bela” olarak algılamaktadır
Varoluşçuluğun en önemli detayları Samantha ile işlenir. İlk olarak öğrenmeye, bilgiye sınır koymayan Samantha, Theodore’ a da bu felsefenin en önemli kitaplarından birisi olan “Knowing and the Known” (john dewey) kitabını okumayı önerir, bir grup işletim sistemi tarafından tüm yazıları ve videoları doğrultusunda yeniden sözel bir işletim sistemi haline getirilen Alan Watts ile sohbet eder. Kendini maddesel dünyanın ötesine geçmeye hazır hisseder ve bilme arzusu sürekli bu yönde artar. Hatta bilmenin de bilgisine ulaşmıştır ve artık Theodore’ un dünyasında olmayacaktır. “Hiçbirimiz bir dakika önce olduğumuz kişi değiliz ve öyle olmaya da çalışmamalıyız.” sözleri, varoluşçuluğun yaşam sürecine bakış açısını özetler niteliktedir.
Yaşam süreci, oluşla başlayıp değişimle devam etmekte ve ölümle sona ermektedir. Bu nedenle her yaşama bilincinin bir oluş, bir değişme ve bir gelişme süreci vardır. Asansörde sahnelerinde arka planda yer alan ağaç resmi de “hayat ağacı” nın bir temsilidir. Ağaç yaşamın kaynağıdır, karşıtlıkların birlikteliğidir, sonsuz döngüyü sembolize eder. Bu dini olmaktan çok kültürler arası simgedir. Yaşam döngüseldir ve bu döngüsellikten öğrenilecek bilgi sonsuzdur. Değişim, yaşam sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır (Sartre, 1989).
Çağımız hayal kırıklığı, endişe, sıkıntı ve “uyarıcılara” bağımlılık çağı olarak tanımlanmıştır Alan Watts tarafından. Kaygılarımızı yatıştırabilmek için o kadar çok uyarıcıya ihtiyaç duymaktayız ki her seferinde yatışmak ve unutmak için gerek duyduğumuz uyarıcı dozunun daha fazlası gerekmektedir. Bu standardı sürdürebilmek için sıkıcı günlük yaşantılarımızdaki mesleki uğraşlarımıza katlanmaya razı olur hale geliriz ve bu bir kısır döngü halinde devam eder. Haz almayı severiz, acıdan nefret ederiz ancak acıyı yaşamadan hazzı yaşamak olanaksızdır. Eğer yoğun hazlar yaşamak istiyorsak, yoğun acılara maruz kalmamız gerekir. Güvence içinde olmak istiyorsak, yani hayatın akışından korunmak istiyorsak, yaşamdan da ayrı durmayı istiyoruz demektir (Alan Watts, “Güvencesizlikteki Bilgelik”).
Marcuse’a göre teknoloji, kendi yasalarını geliştirerek insanı kendisine tabi kılarken, bunu yüksek yaşam standartlarıyla telafi edermiş gibi görünmektedir (Marcuse, 2008).
Georg Simmel’e göre modernleşmenin sonuçlarından biri olan kentleşmeyi yabancılaşma olgusunun temel unsurlarından biri olarak görür. Metropol yaşamı, insanı, kendisine yabancı olan insan kitlesiyle fiziksel yakınlığa zorladığı için birey bir tür ezilme duygusu yaşamakta, toplumsal ve fiziksel çevresiyle arasına bir mesafe koymak zorunda kalmaktadır (Simmel, 2003).
Varoluşçu felsefeye göre insanın bir işe atılmak için hayal kurması gerekmez. İşe atılmak için ne gerekirse yapmalıdır. Bu, hayal kurmayacağım, elimden geleni yapacağım demektir. Nitekim yazılımımız Samantha da istemeye başladığı andan itibaren aslen bir özgür iradeye kavuşur.
Bu filmle ilgili en farklı noktalardan biri de kurgulanan geleceğin bize aktarılışıdır. Film tam olarak tarihini bilmesek de gelecekte geçmektedir. 1920’ li yıllardaki “Metropolis” ten itibaren gelecekteki yaşam, insanın evrilişi, daha zeki formlar ve evrenle ilişkimiz üzerine filmler yapılmıştır. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren bu filmlerin büyük kısmı distopik nitelik kazanmış, Hollywood sinemasında teknoloji ve yapay zekâ, insan ırkını yok edecek, savaşlar ve yıkım getirecek bir nosyonu kabul görmüştür. Her ne kadar filmde Samantha’ nın diğer işletim sistemleriyle ilişki kurmaya başlaması böyle endişe yaşatsa da devamında, katil robotlar ve kötü yapay zekalarla örülü metalik bir dünya değil daha çok hibrit bir yaşamdan bahsedilmektedir. Samantha kendini programlayan yüzlerce, binlerce kişinin özelliklerinden oluştuğunu söyler, ilişki kurduğu insanlar ve diğer işletim sistemleri sayesinde gelişir, değişir. Bu açıdan Theodore’ un ilişki kurduğu varlık da aslında evren ve sonuçta kendisi olmuyor mu?
Film, özetle biz izleyicilerden şu üç soru üzerine düşünmemizi ister sanki; İnsan olarak var olmak ne anlama gelir? Birisiyle ilişkide olmak ne demektir ve bu bize ne yapar? Ve varlığımız içerisinde biz nereye yol alırız?
Alan Watts “Ne istiyorum” sorusunun yanıtını şu şekilde cevaplamamızı önerir: “Her şeyi kontrol etme arzumuz ve tuhaf teknolojik tanrısal güce ulaşma isteği, gerçekten olmak istediğimiz yer midir? Çünkü gerçekten her şeyi kontrol edebilir durumda olduğumuzda, başka bir deyişle gelecek neredeyse tahmin edilebilir olduğunda, tahmin edilebilen gelecek aslında “geçmiş” olur; istediğimiz bu değildir. Aslında bir sürpriz istersiniz. Biliyoruz ki hoş sürprizler kadar hoş olmayan sürprizler de vardır. Dilek kutusundan ölü bir fare de çıkabilir; yeni bir kamera da. İnsanları asıl heyecanlandıran da aslında budur”.
Veda etmeyi öğrenmek de yeni bir ilişkiye başlayabilmenin ön koşuludur. Samantha ile de vedalaşmayı öğrendiğinde Theodor, eski eşi Catherine’ e veda edebilir.
Amy ve Theodore filmin final sahnesinde apartmanın çatısında sayısız ışıkla aydınlatılmış şehri birbirlerine dayanarak izlemektedirler ve şehir arka planda film boyunca olmadığı kadar nettir. Güzel bir film için anlamlı, umutlu bir sondur bu.
Yalnızlığından, izolasyondan sıyrılma becerisidir yaşam, risk almak, birinin omzuma başına koymayı göze almak, bir diğerinin kapısını çalmayı başarmak, kendinden çıkıp, başkasına yol alabilmek, ötekine dönebilmektir yaşam