“Thin Red Line _ İnce Kırmızı Hat”
“Doğanın kalbindeki bu savaş nedir? Doğa neden kendisiyle çekişir? Karanın denizle çekişmesi… Doğada öç alma gücü mü var? Bir güç değil belki de iki “
“Kalıcı olan iki şey var: Biri ölüm, öbürü de Tanrı”
Yaşam ve ölüm, sevmek ve ihanet etmek, korkmak ve cesaret etmek arasında ince, kırmızı bir hat vardır. Bir hamle ile öte yana geçersin.
James Jones imzalı ve 1962 tarihli aynı isimli romandan uyarlanan The Thin Red Line, II. Dünya Savaşı sürecinde, Pasifik Cephesi’ndeki Guadalcanal Muharebesi’nde bir tepeyi almakla görevlendirilmiş olan Charlie Bölüğü’nün hikayesini anlatır. Japon İmparatorluk Kuvvetleri’nin 7 Aralık 1941 tarihinde Pearl Harbor limanına gerçekleştirdiği saldırının sekiz ay sonrasında, 1942 Ağustos’unda Amerikan denizci piyadelerinin adaya çıkışı ile başlayan muharebe; Şubat 1943’te Amerikan kuvvetlerinin galibiyeti ile sona ermiştir 1, 2, 3.
İnsanın yeryüzündeki yerini sorgulayan bir dış ses eşliğinde büyüleyici doğa görüntüleri ile başlayan görüntüler, bu şiirsel doğanın bağrında yaşanan bir savaşa katılmak için gelen erlerin korku ile dolu savaş anlarına bağlanır. Er Witt, askeri birliğinden pek çok kez kaçmış, ada yerlilerinin yerleşim alanında huzur içinde zaman geçirmektedir. Ölümün nasıl bir şey olduğunu merak etmektedir; annesinin ölmüş bedeninin tanrıya dönen solmuş ve ağarmış bedeninde güzel ya da coşku verici hiçbir şey bulamadığını anımsar. Ölümsüzlük hakkında konuşanlar hep olmuştur ancak buna hiç tanık olunmamıştır. Kafesteki bir kuş gibidir insanın atan kalbi, her an susup, gidebilir. Annesi gibi sakince ölebilmeyi diler Er Witt. Malick ve yol göstericisi Heidegger’ in yaşam felsefesi de ölüm ve ölüm anına dek yaşamın nasıl yaşandığına dair sorgulamalar içermektedir.
Heidegger’ in “Varlık felsefesi” insanın “dünyaya atılmışlık” durumundan bahseder. İnsan, varoluşun ortasına öylece, orada bir varlık olarak atılmıştır ve bu varlığa Dasein adı verilir. İnsan, bu bırakılmışlık içinde varlığını gerçekleştirmek üzere tercihler ve seçimleriyle kendi yaşamını ileriye doğru kurmak, yani özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Ölüme yazgılı hali ve varoluşunu buna göre gerçekleştirmek zorunda oluşu, kaygıyı da beraberinde getirir 4,5.
Rybin, doğada ya da savaş alanlarında belli belirsiz varlıklar olarak yer alan insanların, öz-farkındalıklarına ulaşmak adına verdikleri uğraşlar sebebiyle, Malick’ in filmlerinde Dasein’ in temsilleri durumunda olduğunu belirtir. Savaş hali, karakterlerin öz-farkındalık deneyimleri için bir çerçeve işlevi görmektedir 6.
Furstenau ve MacAvoy, Dasein’ in öz-farkındalığını Malick’ in filmlerinde “dış ses” aracılığıyla dile getirdiğini belirtir 7. Malick’ in karakterleri dış ses aracılığıyla doğa, insan, savaş, ölüm, yaşam vb. kavramlar üzerine düşüncelerini izleyiciye yansıtmaktadırlar 8.
Heidegger’ e göre insan kendi olabilmek için, orada olmanın sorumluluğunu yüklenmek zorundadır. Dünya-içinde-olma (İn-der-weltsein) hali, başkası ile olmak anlamına gelmektedir 9,10.
Malick’ in yaşam ağacı filminde bu kavrama yapılan atıf çok güzel bir tasvirle sunulmuştur. İn ütero (rahim içinde) yaşam boyunca gelişmekte olan fetüs, paralel bir cennet bahçesinde mutlu çocuklar olarak tasvir edilmiştir. Doğum sancısının başlaması ile birlikte mutlu olduğu bu evrenden ayrılmak istemeyen çocuk, acı içinde doğum kanalına doğru çekilir ve doğum gerçekleşir. Dünyaya atılmak, cennet bahçesinden / anne rahminden ayrılmak ve ağlayarak yeryüzüne düşmektir.
Aslında kendi cennetinde yaşamaya devam etmek isteyen karakterler ile yüklüdür Malick filmleri; Badlands’ te Holly ve Kit, Thin Red Line’ da Er Witt, The New World’ de John Smith ve Pocahontas, To The Wonder’ da Neil ve Marina ya da Neil ve Jane, Tree of Life’ da Jack gibi… Bu karakterler bazen aşkın bitişi ile, bazen savaş ile, bazen ergenlik ile bazen de adaya gelen bir gemi ile cennet bahçelerinden ayrılmak zorunda kalırlar. Muharebe sırasında yumurtasından henüz çıkmış yaralı bir kuşun yerde sürünmesi de yitirilmiş cennetin en çarpıcı hallerinden biridir.
Dünyaya düşen insanın görevi karmaşıktır. Neden yaşadığını anlamlandırmak ve ölüme hazırlanmak. Ahlaki sorgulama Malick filmlerinde yeryüzündeki yerini bulmaya çalışan Dasein için kaçınılmaz görünmektedir. Öteki ile birlikte yaşarken kendimizi ve dışımızdakini adlandırmak yaşamın tamamını oluşturmakta ve hemen ardından ölüm gelmektedir.
Vardar’ a göre karakterler, silah arkadaşlarının aksine, doğayı izledikçe, Varlık’ı kendi varlıklarında duyumsamaya çalışmayı, -Heideggeryan manada- kendilerine yuva bulmayı ve -bunların da ötesinde- doğa-insan ilişkisini sorgulamayı kendilerine iş edinmektedirler 12.
Heidegger’ e göre kaygı (Angst) varolmanın çatısıdır. Malick ise kaygının azaldığı ya da artık olmadığı bir ölüm anı dinginliği için uğraş vermektedir sanki.
Doğa çok güçlü bir figürdür Malick filmlerinde. Neredeyse Tanrı’nın varlığı ile paralel, ona atıf yapan bir gücü temsil eder doğanın büyüleyici güzelliği. Bu bağlamda çoğu kaynak ve yazar Malick filmlerinin panteistik izler taşıdığını dile getirir. Dinsel bir kategori içermeksizin Tanrı inancıdır Malick filmlerinin ortak özelliği. Tanrının varlığı çoğu kez yukarıdan süzülen, ağaçların dalları arasından yansıyan ve karakterlerin yüzünü ya da ellerini aydınlatan bir ışık olarak hissedilir. Rüzgarla süzülen sazlıklar belki de Malick’ in en çok kullandığı alegorilerden birdir ve izleyiciye şairane bir huzur verir. Doğa ve Tanrı işte en çok bu anlarda birbirine karışır. Doğanın gücü ile Tanrı’ya yapılan atıf hemen yan yanadır. Yüzünü okşayan rüzgarla salınan sazlıklar, muhtemelen Malick için Tanrı’nın varlığına işarettir.
“Belki de tüm insanların bir tek ruhu var, paylaştığı. Aynı adamın bütün yüzleri. Bir büyük kişilik.”
“Bu kadar değişik şekillerde yaşayan kişi. Sen kimsin? Senin zaferin, merhametin, barışın, gerçeğin… Sen ruha huzur verirsin. Ve anlayış ve cesaret. İnsanı rahatlatırsın”
Doğanın büyülü güzelliğine benzeyen, en saf ve masum haliyle Er Witt’ tir. Çavuş Welsh de ormandaki kulübede ona “büyülü” olduğunu söyler. Witt, Heidegger’ in tanımladığı, dünya-içinde-olma (In-der-weltsein= başkası ile olmak) olgunluğuna erişmiş, ahlaki mertebesi çoğu ötekinden daha üst seviyede olandır.
Witt ve pek çok diğer asker Morrison & Schur’un deyişi ile çevrelerinde olup bitenle olan bağlarını kopararak doğanın gücünü kendi benliklerinde duyumsamaya başlamışlardır 12.
Batcho, varoluşsal bir mücadele içinde kendileri ile baş başa kalan erlerden bahseder 13. Doğanın tüm seslerine ve kaygı uyandıran tüm görüntülere tanık olmak zorunda kalan bu gençler yaşamın ve ölümün anlamını daha fazla sorgulamak zorunda kalmaktadırlar. Günlük yaşamda önümüze düşen kaygı verici görüntü ve seslere elimizdeki telefon ya da televizyon ekranlarını değiştirerek hızlıca kulak tıkayabiliriz. Ne var ki dehşet kaçınılamayacak kadar yakında ise, sorgulama da o kadar yanı başımızda yer almaktadır.
Rybin, ‘Terrence Malick and the Thought of Film’ adlı kitabında; tüm Malick filmlerinde karakterler ve/ya izleyicinin; doğa, evren ya da ‘sezgi ile hissedilebilen bir “şey” le çevrelendiğini belirtir 6. ‘Forms of Being’ (Varlık’ın Biçimleri) adlı kitaplarında Bersani ve Dutoit, Malick filmlerindeki söz konusu “büyük ruh” konusunu inceler ve Rolland ve Freud’un yazışmalarına değinirler. Freud dinin bir yanılsama olduğu düşüncesindedir; Rolland ise bu düşünceye katılmakla birlikte, her insanın içinde taşıdığı, inanç meselesinin de üstünde olan, kendisinin, “Ebediyet” duyumu olarak adlandırdığı sınırsız, uçsuz bucaksız, adeta “okyanusvari” bir duygunun varlığından söz etmektedir 14. Er Witt’ in içinde adalı çocuklarla birlikte yüzdüğü okyanus sanki bu varlığı temsil etmekte gibidir. Tree of Life’ da in utero yaşamda içinde yüzülen okyanus / deniz; psikanalitik literatürde anneyi temsil ederken, Malick yapımlarında karşılığının Tanrı olduğunu fark ederiz; bu temsilde Tanrı, Malick için sanki annesel bir figür gibidir.
Ersümer, Terrence Malick filmlerinde varlıkların, maddi “görünüş” lerinin ötesinde, bir bakıma, gerçekte tam anlamıyla ‘ne’ olduklarından bağımsız biçimde, kendilerinden daha büyük bir “Varlık’ın varlığı” haline geldiklerini belirtir 8. Doğanın tüm görünümleri (okyanus, sazlıklar, orman, ağaçlar,) Tanrı’nın tezahürleri gibidir. Thin Red Line’ ın son sahnelerinden birinde George Clooney’ in canlandırdığı Yüzbaşı Bosche erlerle şöyle konuşur: “Bir ailenin sadece bir reisi olur ve bu da babadır. Anne ailenin işlerini yürütür”. Bu açıdan bakıldığında Malick’ in “Baba” temsili olan bir Tanrı’yı simgeleştirdiğini de düşünmek de mümkündür. Nitekim Heidegger’ in izlerini süren ve onun felsefesini içselleştirip sanat yolu ile bize sunan Malick’ in yaşamında bir diğer önemli baba figürü Harvard Üniversitesi’nde, sinema felsefesi üzerine çalışmalar yürütmüş olan ünlü felsefeci Stanley Cavell’ dır. Pek çok Malick sever sinema izleyicisi için yönetmenin kendisi de bir baba figürüdür. Belki de babanın izlerini annesel bir duyarlılıkla süren bir felsefeci / düşünür / senarist / yönetmen oluşu bu role oturması için zaten yeterlidir. Thin Red Line’ da anne niteliği taşıyan baba figürü yansımasını Çavuş Welsch’ te görmek mümkündür.
Heidegger ve Malick’ in çocukluk çağlarında dini eğitim veren okullarda okuma öyküleri birbirine benzerdir. Heidegger çocukluk yıllarında, babasının zangoçluk yaptığı kilisede, işlere yardım ederek büyümüş ve bir Katolik olarak yetiştirilmiştir. Maddi sıkıntılar nedeniyle kilisenin yardımıyla teoloji okuması koşuluyla burslu olarak Konstanz’ a gönderilen felsefeci, buradaki eğitimini sonlandırıp, Freiburg’da bir liseden mezun olmuştur. 1909 yılında Freiburg Üniversitesi’ndeki teoloji öğreniminden ayrılarak, yine aynı üniversitede matematik ve felsefe çalışmaya başlamıştır. Heidegger’ e göre sanat, bireyin kendini ve varoluşunu özgürce anlatabildiği tek yerdir. Sanat, edebiyatın varlığında varolanın hakikatinin ortaya çıkarılmasının gerçekleştirilmesidir” 15. 1933 yılında Hitler’in partisi olan Nasyonal Sosyalist Parti’ye üyeliği ise Heidegger’ in en tartışmalı ve eleştirilere hedef olan yanıdır. Malick’ in Heidegger’ den ayrıştığı en belirgin yanı savaş karşıtı olmasıdır ve bunu Hidden Life filminde vicdani retçi Franz Jägerstätter’ in yaşamını perdeye yansıtarak işlemiştir. Thin Red Line da savaş karşıtı bir yapım olduğu için vizyona girdiği yıl onlarca Oscar heykelciğine aday olsa da hiçbirini kazanamamıştır. Oscar heykelciklerinin çoğu kez Amerikan milliyetçiliğinin bir yansıması olduğu göz önüne alınırsa bu sonuç sürpriz olmayacaktır. Yıllar içinde değeri asla azalmayan, aksine gün geçtikçe daha çok anlaşılan, anlaşılmaya çalışılan film, “Thin Red Line” olmuştur.
Yeryüzündeki varlığını anlamlandıran, ölüme kadar geçen süreyi öteki ile barışık ve uyum içinde yaşayan ve dinginlikle ölüme giden birey olmaya vurgu yapar Er Witt. Birlikte yaşadığı ötekilerin yaşamını anlamlandırır; Japon subayın durması için yalvaran bakışlarına rağmen ölümü kucaklar. Cennetimiz elimizden alındığında, anlamlandıracak bir yaşantı kalmaz bazen. Kaçak ama barışçıl yaşamı elinden alınan Witt, her şeye son vermeyi tercih eder. Dünya-içinde-olma (İn-der-weltsein) halinde, kendi olabilmek için orada olmanın sorumluluğunu yüklenmeye çalışan ve başkası ile de olabilen Witt için savaşın kaotik ortamı yaşama kararlılığını sürdürmeyi imkânsız kılmış gibidir.
Annesinin ölüm anındaki sakinliği ile ölümü karşılamak istemiştir Er Witt. Ölüme korku ile mi dinginlikle mi gittiğini hiç bilemeyiz.
Tanrı inancı ve Varoluş meselesi, Heidegger ve Malick’ in birleştiği noktadır. Panteizm ya da tüm tanrıcılık, her şeyi kapsayan içkin bir Tanrı'nın, Evren'in ya da doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşüdür. Büyüleyici doğa görüntülerinin azametli gücü ile temsil edilen Tanrı imgesi Malick filmlerinin olmazsa olmazıdır. Tanrı’nın gücünü doğanın büyüklüğü ya da yansıyan ışık eşliğinde sunan yönetmen, karakterlerin eylemlerinin yorumunu izleyiciye bırakır. Rosbury’ nin deyişi ile karakterlerini karşılıklı konuşturmaktansa, izleyicinin hayal gücünü kullanmasını ve düşünmesini ister 16.
Işık oradadır ama sorgulamak ve sorumluluk almak insana kalmıştır.
Kaynaklar
1. Zimmerman, J. L. (1949). The Guadalcanal Campaign. U.S. Marine Corps.
2. Rottman, G. L. (2014). US Marine Versus Japanese Infantryman: Guadalcanal 1942-43. Oxford:Osprey Publishing.
3. Johnson, W. B. (2006). The Pasific Campaign in World War II: From Pearl Harbor to Guadalcanal. New York: Routledge.
4. https://tr.wikipedia.org/wiki/Martin_Heidegger. Son erişim tarihi: 03.04.2022
5. Gözel Ö. Martin Heidegger. Çağdaş Felsefe II içinde. Anadolu Üniveristesi yayınları. Aralık 2020. Pp:63-82
6. Rybin, S. (2012). Terrence Malick and the Thought of Film. Lanham: Lexington Books.
7. Furstenau, M. & MacAvoy, L. (2007). Terrence Malick’s Heideggerian Cinema: War and the Question of Being in The Thin Red Line. H. Patterson (Ed.) içinde, The Cinema of Terrence Malick (pp. 179-191). New York: Wallflower Press.
8. Ersümer, O. (2014). Terrence Malick Sinemasında Varlık Anlayışı. Özne. (20), 59-72.
9. Raffoul, F. (2019). The Ethics of Moods. C. Hadjioannou (Ed.) içinde, Heidegger on Affect (pp. 245-263). Palgrave Macmillan.
10. Kılıç, S. (2014). Heidegger’in Fundamental Ontolojisinde Varlığın Özdeşliği. Kaygı: Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, 23, 11-28.
11. Vardar, S. (2021). Yaşamın ve Ölümün Büyüsü: Terrence Malıck’ in Tarih Temalı Sinema Filmlerinde Doğa-İnsan-Savaş İlişkisi. SineFilozofi, Özel Sayı (3) 2021, 232-259.
12. Morrison, J. & Schur, T. (2003). The Films of Terrence Malick. Westport: Praeger.
13. Batcho, J. (2018). Terrence Malick’s Unseeing Cinema: Memory, Time and Audibility. Londra: Palgrave Macmillan.
14. Bersani, L. Dutoit, U. (2004). Forms of Being – Cinema, Aesthetics, Subjectivity, London: British Film Institute.
15. http://www.leblebitozu.com/martin-heideggerin-hayati-ve-eserleri/
16. Rosbury, A, F. (2016). New Hollywood Poetics and the Cinema of Terrence Malick. Regent University, School of Communication and the Arts, Yayımlanmamış Doktora Tezi: Virginia.