Köklenmenin adaletsizliği ile yüzleşmek

Köklenmenin adaletsizliği ile yüzleşmek
Balkona çıktı; ılık İzmir meltemi esiyordu, balkon kenarındaki saksılarda -şaşırtıcıydı orada çiçeklerin olması, çünkü şimdiye kadar hiç çiçek yetiştirememişti evin içinde- çiçekler açmıştı. Az önce yolcu ettiği misafirlerini, halen balkon masasında oturmakta olanlar ile biraz daha sohbet ederken, bir kez daha uğurladı. Böyle balkon önü sohbetlerine doyum olmuyordu. Denize çok yakın olan bu ev, düşlerini süsleyen eve çok yakındı. Bina çok yeni olmasa da sahili çok yakından görüyordu ve harika bir balkonu vardı, üstelik meltem esiyordu, daha ne olsun diye düşündü. Uzun zamandır olmadığı kadar huzurluydu. Sonra bir şey oldu ve birdenbire uyandı!
Vay be, dedi. Vay be! Ne meltemdi ama, her şey gerçek gibiydi.
Bunun üzerinden birkaç ay geçmişti ki, bir ev çıktı karşısına, güç bela, aldığı borçlarla almıştı o evi. Yine çok eski bir evdi, deniz görmüyordu ama onun eviydi, hem yürüyerek deniz kenarına gidip, yürünebilecek mesafede idi. Meltemi deniz kenarında yürürken de hissedebilirdi. Nihayet, kendine ait bir “ev”i vardı. Nesiller boyu gerçekleştirilememiş bir şey, kuşaktan kuşağa aktarılan bir yoksunluk hali bu kez yerini kökleri olan bir “ev”e bırakıyordu. Üç kuşaktır gerçekleştirilemeyen o düş nihayet gerçek olmuştu.
Büyükbabasının ölümü sonrası anneannesinin çocuklarını da alıp köyden çıkışı, çocukların yurtlarda, yatılı okullarda büyümesi ve erken yaşta meslek sahibi olmaları ile sonuçlanmıştı. Annesinin evliliği ise rüzgârı kendinden menkul bir uçurtma misali yaşayan, bencil bir adamın “baba” vasfını da taşımaması sonucunda ayrılıkla sonlanmış, güçlükle edinilen tek evleri satılıp parası ikiye bölünmüş; annenin payına düşen kısım ile çocukların okul masrafları ve oturulan evlerin kiraları ödenmişti. Evin parasının yarısını alan adam ise babalık vazifesinin içini dolduracak niteliklere sahip olmadığı gibi hiçbir maddi sorumluluğu da üstlenmemişti. Soy ağacında kedini üçüncü kuşak olarak gören bu kadın, bir olmazı oldurmaya çabalamış ve bir evin sahibi olmayı başarmıştı. Alım satım stresi geride kalırken yapılanları, yapılacaklar, tadilatlar takip emişti.
Her şey bittiğinde ilk on beş gün fena değildi. Sessiz sakin bir evde, dışarıdan gelen kuş sesleri ile bir düzen kurdu kendine. Ne var ki, huzur hali çok uzun sürmedi. Tedavi edilmemiş bir paranoid psikozun hezeyanları her şeyi alt üst etmişti. Sağlam bir kazık yemişti evi satın aldığı kişiden, ne var ki bunu fark etmek durumu değiştirmiyordu. Üstelik “ev”i yaşanmaz ve her şeyden önemlisi güvensiz bir hale gelmişti. “Ev” kavramı bir türlü güvenli ve stabil bir yer haline gelemiyordu. Gerçekleştirdiğini sandığı en büyük hayali, güvenilmez bir ortamda ellerinden kayıyordu.
Art arda gelen kaygılar ve arkası kesilmeyen ağlamalar sağlığına mal olmak üzereydi. Böylece aniden karar verdi: Kurban rolünde kalamazdı! Bugüne kadar pek çok şey yaşamış ama asla vazgeçmemişti. Bu evi arkasında bırakacak ve her şeye yeniden başlayacaktı. Evet, belki yine kendine ait olmayan evlere aylık kiralar ödeyecek, yine kendini ait hissedemeyecek, yine iç mekân planları yapamayacaktı. Ama, temel güven duygusunun sarsıldığı bu evde daimî köklenme hayalleri kurmak da mümkün değildi. Bir gecede kiralık bir ev bulup taşındı, bir haftada evden kurtuldu ve birkaç ay iyinde borçları ödemek üzere sıraya koydu. Her şeye yeniden başlayacaktı.
Yaşam, kendi ritmiyle devam ediyordu. Rutin bir döngünün içinde sürüklenirken, bir haber geldi. Bir ölüm haberi! Var olmakla yok olmak arasında yaşarken, yaşamın anlamını ölüm belirlerken, ölüm gencecik bedenlere hiç yakışmazken, gencecik bir hayatın sonlanmasının haberi! Yaşamdaki yaslarının, vedalarının, bulunamamış anlamlarının kaynağını bulmaya birlikte çabaladığı manevi kardeşlerinin evladının yaşamı son bulmuştu.
Neydi köklenmek? Bizler köklerimizi, beklentilerimizi, zihnimizi anlamaya ve bu yolla birilerini anlamaya çalışmayı öğrenirken bizimle birlikte minicik fidanlar büyütmüştük. Yıllar içinde o fidanlar büyümeye, dallarını gökyüzüne uzatmaya hazır hale gelmek için var güçleri ile çabalamaya başlamışlardı.
Neydi köklenmek? Bir binaya kök salmak mıydı, bir hayata dallarını uzatmak mı? Dallarını uzatmak yetmiyordu, o dallar kırılmaya yüz tutup da geriye yüzünü döndüğünde, “ben, tamir etmene yardım ederim” diyenin varsa köklerin var demekti.
Kökler manevidir. Bir çocuğun bedenini toprağa vermek kök salmak değildir.
Tapusunu elde ettiklerinle kök salamazsın dünyaya. Tapu ile kök savaşına girenlerin yakıp kül ettiği bir binada yanan, sadece insan bedenleri değildir. Temel güven duygumuzun, geleceğimizin, bir hiç uğruna heba edilmesi, bencillik, umursamazlık, rant uğruna kazanç artırmak değildir kök salmak! Kökler, manevidir. Sevdiğimiz ve hep yanlarında olmak isteyeceğimiz dostlarımız, acısını birlikte yaşayacağımız evlatlarımız, çalınan geleceğimizdir, kökler.
“Ev” yaşanmaz ve her şeyden önemlisi güvensiz bir hale gelmişti. “Ev” kavramı bir türlü güvenli ve stabil bir yer haline gelemiyordu. Gerçekleştirdiğini sandığı en büyük hayali, güvenilmez bir ortamda ellerinden kayıyordu.
Kök salmak istiyoruz! Güvenle, korkusuzca yaşayarak, yaşamımıza özen gösterildiğini bilerek, adaletin var olduğuna inanmak!
Fidanlarımızın gökyüzüne uzanan dalları kırılmasın, istiyoruz.
“Bizler, onarmak ve yaraları sarmak için her zaman dostlarımızın yanında olacağız”. Ne var ki olmayan dedeler, rüzgârı kendinden menkul babaların ardından kendine ait bir “ev” oldurmaya çalışan o kadın gibi milyonlarca genç var bu ülkede. Kök salmak için sağlam bir “baba” figürüne ihtiyaç duyuyor bu gençler.
Adalet ve temel güven duygusunun sarsıldığı bir yerde yeni “ev”ler kurmaya çalışan yeni gençler bulamazsınız. Terk etmek, çekip gitmek çok kuvvetli bir dürtüdür. Var olup, mücadele etmeyi tercih edenleri adaleti ile sarıp sarmalayan bir “baba” ya ihtiyaç duyuyor bu ülke.
Stabil ve güvenli bir “ev” e ihtiyaç duyuyoruz, meltemi ılık esen, çiçeklerin koktuğu, gençlerin dallarını bulutlara uzattığı ve hayat ağacının köklendiği! Daha fazla kayıp vermeden, daha fazla “Ömür” tükenmeden! Başka canımız yok! Adalete ve adil babalara ihtiyacımız var!