Faşizme şaka yapmak
Göçler, savaşlar, ekonomik koşullar ve daha birçok nedenle giderek daha fazla kozmopolitleşen bir dünyada yaşıyoruz. Çok uluslu toplumlar, dünyanın korunmuş bölgesi olan Avrupa da dâhil olmak üzere yaşamın bir parçası halinde gelmekte. Çok sayıda ulustan oluşan bir toplum kavramını hazmetmekte zorlanan oldukça büyük bir toplumsal kitlenin varlığı bir yanda tüm gerçekliği ile dururken, bir yandan da distopik kurgusal filmler ilgimizi çekmekte. Mevcut kültürel ve geleneksel kaynaşmanın etkilerini anlamaya ve alışmaya çalışırken, distopik kurgular bize tümüyle aynılaştırılmış öznelerden oluşan toplumların yaşadığı kaotik gerginliği anlatmakta. Bu iki kavramdan birinde bir yanılgı olmalı; tümüyle aynılaşmış bir toplum mu, kültürel çoğunluğun kabullenildiği bir ortak yaşam alanı mı?
Çok uluslu toplum yapısının bireyler tarafından kabul görmesi genellikle geleneksel kozmopolit biçimde olmaktadır. Yani, insanları bütün farklılıklarıyla birleştirebilecek bir ortak çerçeve arayışında toplumun genelini oluşturan bir dizi kültürel deneyim diğerlerinden ayrıcalıklı görülmektedir. Oysaki radikal kozmopolitlik bu bağlamda daha ideal olan ve tercih edilmesi gerekendir. Bu anlayışta belirli bir kültürel deneyim dizisini diğerlerinden ayrıcalıklı görme fikri, insan toplulukları arasında bir hiyerarşi yarattığı için reddedilir. Radikal kozmopolitlik hepimizin ortak bir insanlığın parçası olduğumuz fikrini ve başkalarıyla bir arada yaşama önermesiyle birlikte gelen farklılıklar sorununu kabul etmektedir. Yeni gelenlerden, ev sahibi toplumlara daha iyi entegre olabilmeleri için kendi kültürel bağlarından vazgeçmelerini talep etmez; farklı grup ve toplulukların kendilerine has kimliklerini tanıyarak daha fazla çoğulculuğu teşvik eder.
Sadece milliyetçiliğin aşırı yaşandığı grupların değil, toplumu oluşturan tüm bireylerin konumunu düşünürsek karşımıza özne kavramı çıkar. Foucault’ya göre özne, bireyden farklıdır. Özne, içinde bulunduğu toplumun disiplinci-düzenleyici politikaları tarafından ehlileştirilmiştir. Kendisini özgür bir karar veren olarak görür ancak aslında iktidar tarafından olması istenilen kalıbın bir parçasıdır. Birey ise; içinde bulunduğu iktidarı sorgulamakta ve gözetim toplumundan kurtulmanın yollarını aramaktadır.
Toplum içerisinde nasıl özne haline geldiğimizi anlamamıza yarayan önemli bir deneyden bahsetmekte fayda var: 1971 yılında Prof. Dr. Zimbardo’nun uyguladığı “Stanford Hapishane Deneyi”; Stanford Üniversite öğrencileri arasında kura çekilerek gerçekleştirilen bir hapishane simülasyonudur. Deney süresince gardiyan rolüne seçilen öğrenciler çok hızlı şekilde sadistik davranış paterni sergilemeye başlarken, mahkûm rolündekiler depresif hale gelmiş ve kendini savunamamış, ancak deneyi de bırakmamışlardır. Günler ilerledikçe her günün şiddet ve taciz derecesi ertesi gün için bir basamak haline gelmiştir. Deneyin ortasında bir diğer mahkûmun yerine içeriye giren yeni denek olan biteni gözleyip bir direniş gerçekleştirmişse de, hem gardiyanlar, hem de diğer mahkûm denekler tarafından kabul görmemiştir. Her iki grup içinde de bu duruma isyan eden kişiler diğer mahkûmlar tarafından desteklenmemiş, aksine dışlanmışlardır. İki hafta olarak planlanan deney dramatik biçimde kontrolden çıktığı için 6 günde sonlandırılmıştır. Stanford deneyi, bireysel patolojiden çok, toplumsal koşulların etkisinin ne kadar güçlü olduğunu ve insanları etkisi altına aldığını göstermektedir. Bir grup insanla kurulan özdeşlik duygusu, uygun kışkırtmayla, başka bir gruba gaddarca davranmanın güçlü bir silahı haline getirilebilmektedir. Deneyin bitiminde karşılıklı diyaloglarına dair görüntülerini izlediğimiz gardiyan rolündeki öğrenci “nasıl hızlıca bu hale gelebildiğine kendisinin de inanamadığını”, bir diğeri ise “söylediklerine neden itirazsız uyulduğunu, itiraz edilmediğine anlam veremediğini” dile getirmiştir. Denek Carmen şöyle söyler: “Sıradan kıyafetleriniz ile bambaşka bir roldeymişsiniz gibi; o pis üniformayı giydiğinizde, gözlüğü taktığınızda, copu elinize aldığınızda ise gerçekten de o kişi oluveriyorsunuz. Rolünüzü oynuyorsunuz ve üzerinize giydiğinizde buna uygun davranmanız gerekir”.
Özneleşmenin en iyi örneklerinden olan distopik kurgulara biraz bakalım. “Cesur Yeni Dünya”, “The Handmaid’s Tale”, “Fahrenheit 451” ve “1984” kendilerince gerçekçi bazı ideal gelecek hedeflerine dair ütopyacı vaatlerle iktidara gelen seçkin kişilerin oluşturduğu diktatöryen bir kâbusun yaşandığı distopik dünyaları anlatmaktadır. Toplumu oluşturan kişiler arasındaki iletişim, etkileşim yüzeysel düzeydedir; böylelikle kurulu mevcut düzen içerisinde devlete olan itaat mümkün kılınmıştır. Koşulsuz şartsız devlet ideolojisine uymaya zorunlu hissedilmekte ve devletin beklentileri uygulanmaktadır. Özneleşmiş kişiler için var olan düzene uymak dışında bir alternatif yoktur. ErikaGottlieb’e göre distopik hiciv, topluma odaklanır ve okurun / izleyicinin ahlaki duygularını ve mantığını sorgular. Söz konusu romanların yazarları günümüz toplumuna özgü sapkınlıkların ileride korkunç sonuçlar doğurabileceğine dair sosyopolitik sistemin çetin bir eleştirisini yapmaktadır. Verilen mesaj “olup biteni durdurmadığımız sürece başımıza nelerin gelebileceğine” dair nasihat niteliğindedir.
Sosyoloji kuramlarına göre, özne olmaktan birey olmaya geçişin yolu; bolca empati ve cesarete sahip olmak ve görmezden gelmemek, başka hiç kimse tepki vermese bile bir tavır almak ve bir duruşa sahip olmaktan geçmektedir.
Farklılığı kabul eden ve fikirlerin özgürce ifade edilebildiği ortamlar için; empati kurabilen, ötekinin zorluklarına sessiz kalamayan, diyalog (ikili ilişkilerde ve gruplar arasında)kurabilen, şeffaf ve tarafsız iktidara sahip olunan “ideal” ortamda yaşayan ve özne değil birey olmaya çalışan kişilere ihtiyaç bulunmaktadır.
Özneleşmeye son derece müsait olan insan evladının inisiyatif kullanma cesaretinden yoksunluğuna dair önemli bir deneydir Stanford deneyi. Demokratik görünen ortamlarda birey olarak ilk adımı atma ve bildiğimizi ortaya koyma cesaretini gösteremezsek, nasıl da faşizmin piyonu olabileceğimizin çok acı bir görüntüsüdür.
Ana akım medya medya önderliği ile zihinsel yazılımı düzenlenmiş, kapitalist sermayeye reklamlar aracılığı ile yönlendirilmiş, satın alma- kredi kartı borcu ödeme kısır döngüsü içindeki özneler olarak ya da başka onlarca şekilde faşizmin hayatımızı yönlendirdiği bir düzen içinde yaşamaktayız. Distopik kurgular ise bu düzenin en uç biçimlerde yaşanabileceği olası örnekleri sadece.
Peki, birbirine bağlı ama aynı zamanda özerk bireylerden oluşan bir toplum oluşturabilir miyiz? Ne dersiniz, kolektif kimliklerimizi bir yana bırakıp, farklılıkları kabul eden ve iletişim kurarak orta yolda buluşabilen bireyler olabilir miyiz? Distopik kurguların anlattığı dünyalardan bir der salabilir miyiz? Acaba faşizme bir kez de biz güzel bir şaka yapabilir miyiz?
(Not: Bu yazıda 09. 02. 2019 tarihinde Nilgün Yürük liderliğinde gerçekleştirilen Facebook Community Leadership Circles “İkili ilişkilerde ve toplumsal düzlemde birlikte olma sanatı” başlıklı sunumumdan da yararlanılmıştır).
Özlem Önen